Ekrem Arpak

Ekrem Arpak

EKREM-CE

KARINCALARIN KAPILARINA MAHKUM OLMAK KADERİNİZ DEĞİL URFALILAR!

20 Temmuz 2021 - 13:27 - Güncelleme: 20 Temmuz 2021 - 14:00

OKU YARATAN RABB'İİN ADIYLA OKU! 

insan! Yaratan Rabb’inin adıyla oku! Sana Rabb’in tarafından gönderilen ve bundan böyle ayet ayet Ey, sûre sûre muhatap olacağın bu kitabı, onu güzelce anlamak, zihnine nakşetmek, hayatına yansıtmak ve başkalarına tebliğ etmek amacıyla oku fakat bâtıl değerler, sahte ilâhlar adına değil; onların rızası için, onların istediği doğrultuda değil; yalnızca Rabb’inin adıyla oku!  

Din adamı değilim, dolayısı ile derin bir ilmi, bilgi birikimi gerektiren bu alanda ahkam kesmek haddime değil lakin hayatı anlamaya başladığım ilk zamanlarımdan beridir merak etmişimdir: İlk emri okumak olan bir dinin mensuplarıyız. Peki o halde 'okumak' neden İslam'ın şartları arasında değil? 

İlk emri okumak olan bir dinin hâkim olduğu coğrafyanın cehalet dehlizinde yüzüyor olması beni her dem üzmüştür zira okumadığımız için başta dinimiz olmak üzere yaratanın biz insanoğluna bahşettiği evrenin ve dahi yaratılma kültümüzün anlam ve değerinden bihaber yaşayıp gidiyoruz. Şahsen '' Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?' sorusunun cevabını ararken aralarına dünya klasikleri başta olmak üzere on bini aşan kitap okudum. 43 il, 276 ilçe ile neredeyse ülkemizin yarısından fazlasını gezdim ve tek bir şey öğrendim: Ne çok okuyan ne de çok gezen, maalesef ki cahillerin bildiği bir hayatın bize dayattığı yanlışlar silsilesinin parçaları olmuşuz. 
 
Bütün dinlerde ve öğretilerde evrenin uğruna yaratıldığı ısrarla vurgulanan insanoğlunun yaratılma kültünü, yaratanı unutmasının en acımasız evresindeyiz... Çünkü okumadık, okumuyoruz... Öğretiler, dersler, ata sözleri, sistemler ortasında, kaynağını, gerçeğini araştırmadan bize verildiyse sorgusuz, sualsiz alıp kabul etmişiz. Hal böyle olunca: Doğduğumuz günden ölüme kadar uzanan ve her aşamasında kendimizden uzaklaştığımız, bir süre sonra kurgulanmış birer robota dönüştük ve mamafih farkında bile değiliz. 

 
Birileri bizi nasıl görmek istediyse öyle olduk ve o birileri sayesinde hatırımıza yaratılan dünyanın, gelecekte de evrenin acımasız yaratıklarına dönüştük. Bugün bunun en güzel örneklerinden birisiyle sorgulayacağız hayatı. Yazarın salt şarkı söylediği için dışladığı ağustosböceğinden tutunda, hafızlarımıza ''çirkin' diye kazıdığı kargaları, ''uyanık'' diye yutturduğu tilkileri irdelerken aslında aslımızdan ve özgürlüğümüzden koparılışımıza tanıklık edeceğiz. 

''Küçükken kahramanlarımızı masallardan seçerdik; hep kendileri gibi olmayı istediğimiz kahramanları. Düşmanlarımızı da hâkeza. 

Kim bilmez, Pamuk Prenses'i ve Yedi Cüceler'i. Kaç erkek çocuk Pamuk Prenses'in beyaz atlı prensi olmayı istememiş, alnından öperek uyandıracağı güzeli hayal etmemiştir acaba?''  

Diye başlamış yazar. Dikkat! Daha başlarken kendimizden koparılmış ve dokunmadığımız, görmediğimiz, bilmediğimiz kahramanlar olmanın hayallerine salınmışız. 
 

''Ya Şu La Fontaine masalları?!''  
 

İşte hikâye aslında burada başlıyor...  ''Zavallı kargalar, sadece çirkin değil, aynı zamanda aptaldırlar da. Tilkiler ise kurnaz, sinsi, uyanık ve çıkarcı.'' Daha çocuk aklımıza empoze edilen önyargılarla merhaba diyoruz hayata.  

''Karga gaklar gaklamaz peyniri düşürür. Şarkı söylemenin bedeli, peyniri kaptırmaktır. Aldatılmak, kandırılmak. O halde şarkı söylemeyin, yoksa yiyeceğinizden olursunuz!'' 

Ve korkuyla yüreklere işlenen, özgürlüğümüzün elimizden alınmaya başladığı ilk ders. Bir dilim peynir uğruna ''SUS'' emrinin gelecekte sofra korkusuyla bütün hayatımızı esir alacağının ilk öğretisi. 

YASAK adlı bir eserimde ''Sus konuşa yasak! Sakla umutlarını. Kimseye söyleme sevdiğin kadını, yoksa tutuklanacak!'' demişim nakaratında. Şimdi düşünüyorumda, sevdalarımızı bile elimizden almış masallar ve masallarda sahte kahramanlara yönlendirildiğimiz satırlar. 

 ''Oysa yazar şöyle bir ders vermeyi de deneyebilirdi: Şarkımı söyledim ya keyfimce, peynirimden olduysam ne gam! Peyniri kaptırmaktan korkup şarkı söylemekten kaçınmak yerine şarkı söylemeyi yeğleyin; varsın olsun bu arada peyniriniz elinizden alınsın, n'olur?'' 

Tuhaf ama babasız büyümüş, annesinin mevsimlik işçi olarak yarı aç büyüttüğü bir çocuk olarak şarkı söylemeyi de sevmiştim, özgürlüğümü de. Belki bu yüzden beyaz atlı prens olma hayali kurmadım hiç. Çünkü öz amcamın avlusunda tek gözlü ahırında yaşam mücadelesi veren altı kardeşin beyaz, süslü kaftan ve büyülü pelerin hayali kurmasının ne denli imkânsız olduğunu her akşam yarısı boş mideme saplanan açlık krampları öğretmişti bana. 

''La Fontaine'e böyle dersler vermek yakışmazdı; bu nedenle o, saf çocuklara akıllı olmayı öğütledi. 

Sakın açmayın ağzınızı; yoksa peynirinizden olursunuz." 

La Fontaine'e kızmıyorum zira nereden bilsindi Mezopotamya'nın esmer alınlı çocuklarının peyniri daha doğmadan kaptırdığını sahte kahramanlara. La Fonteine nerede bilsindi bizim şarkılarımızın hep yasaklı, türkülerimizin paslı zincirlerle zindanlara mahkûm edildiğini. Bizler o peyniri düşürme telaşını yaşamadık hiç çünkü bütün kavgamız o peynirdi aslında. Diyor ki yazar: 

''Bir ler de çokluk tilkiler karşısında açmadık ağzımızı; böylelikle titizlikle korumayı başardık peynirlerimizi. Peyniri kaptırmamayı, şarkı söylemeye yeğledik hayatımız boyunca. Bilemedik ki o bed sesimizle şarkı söylemeyi göze almadıkça/alamadıkça, peynire sahip olmanın bir anlamı kalmayacaktı hayatımızda. Aldatılmamak için, ne çağırdık, ne çığırdık, sadece sessiz sessiz peynir temin etmekle uğraştık; bütün vaktimizi, temin ettiğimiz o peynirleri korumakla geçirdik.'' 

Ne kadar şanslıymış yazarımız. Hayatı boyunca koruyacak peynire ahip olduğu için ama kendimle kıyasladığımda bu yazarı ne kadar talihsiz ne kadar acınası halleri varmış meğer. Çünkü hiçbir zaman benim kadar özgürce türküler söylemenin tadına varmamış. Belki bu yüzdendir La Fonteine'nin kış korkusuyla yazın, baharın güzelliklerinden vazgeçme sevdası. Aha da buyurun: 

''Hani bilirsiniz, La Fontaine bir de karınca ile ağustosböceğinin hikayesini anlatır: Ağustosböceği bütün yaz boyunca aylak aylak gezer, şarkılar söyler, saz çalar. Kış geldiğinde ise aç kalır, yiyecek bir şey bulamaz. Böylece aylaklığının cezasını çeker. Çünkü çalışmamıştır, yarınını düşünmemiş, biriktirmemiştir. Kış geldiğinde sepeti boştur; açlıktan ve soğuktan ölür öylece. 

Karınca ise şöminenin karşısında ayaklarını uzatmış sıcacık evinde keyif çatmaktadır bu esnada. Kileri ağzına kadar doludur. Çuval çuval buğdaylar, nohutlar, teneke teneke yağlar yığılmıştır bir kenara. Yaz boyunca çalışmış, kazanmış ve biriktirip bir kenara istif etmiştir bütün varını yoğunu. 

Ağustosböceği... hesabını bilmeyen, yarınını hesaplamayan adam... keyfine düşkün, havaî, tam bir ser-serî... Karınca ise aksine tam bir hesap adamı... mazbut, çalışkan, disiplinli, ne istediğini, nereye gittiğini bilen, asla maceradan hoşlan mayan biri... akıllı ve uyanık... 
 

O gelmiyesice 'yarın' gelir; çünkü 'kış' gelmiştir artık. Dışarıda kar vardır, yağmur vardır, fırtına vardır ve fakat yiyecek yoktur! Bizim aklı bir karış yukarıda o tembel ve havaî ağustosböceğimiz şimdi açtır, üstelik soğuktan da donmak üzeredir. Bir kere nâmerde muhtaç olmuştur ya, çaresiz gider karıncanın kapısını çalıp kendi sinden biraz yiyecek ister. Karınca da bütün insafsızlığıyla kapıyı yüzüne kapatır. 

"Hadi yürü buradan," der; "daha önce aklın neredeydi? Bunu yazın aylak aylak gezip şarkı söylerken düşünseydin!" 

Ağustosböceği de tıpkı karga gibi şarkı söylemenin cezasını çeker. Biri peynirini kaptırmıştır şarkı söylemek uğruna, diğeri bir peynir sahibi bile olamamıştır hayatı boyunca. İlkinde tilki kargayı kandırıp peynirini alır; ikincisinde ağustosböceği karıncadan zırnık bile almayı başaramaz. 
 

Bu nedenle ağustosböceğinin hikâyesi çok daha trajiktir. Belki karganın haline gülersiniz, "O da aklını kullansaydı," filan dersiniz; lakin ağustosböceğinin hâline bu toprakların vicdan sahibi çocukları gülemez; "Oh olsun," diyemez; içinde bir burukluk duyar çokluk. Acımaktan da öte bir şeydir bu.'' 

Masallar... Ah şu masallar! 

Bazıları ne de acımasız; ne de vicdansız! La Fontaine'in karıncaları bu yüzden çok insafsız. Fakirlerin yüzüne kapıyı kapatan, "kıskanma ne olur, çalış senin de olur" diyen bu karınca sürüsüne özenecek olanların, ağustosböceğinin gerçek trajedisinin yanında La Fontaine'in yakıştırmalarının ne denli sakil kaldığını görmelerini isterim. 

Ah! Ne yufa yüreklidir bizim coğrafyanın insanları.... La Fonteine'nin acımasız karıncalarına bile acımak gibi insansı duygularını yitirmediler. Fakat bir türlü kendilerini karıncaların kapısında bekleten yerli La Fonteine'lerin farkına da varamadılar ya; ona yanarım. Malumunuz, Türkiye ve dünyaca bilinen çok büyük ses sanatçıları çıkarmışız geçmişimizde. Ne acıdır ki soframızdan aşımızı, yüreklerimizden umutlarımızı çalıp nepotizm bataklığında kendi karıncalarına peşkeş çeken La Fonteine'lerimiz yüzünden artık türkü söylemeye korkar hale gelmişiz. 

İşte bu nedenle bu trajediyi bir de Halikarnas Balıkçısından dinliyelim: 

"Ağustosböceği yaza doğru yumurtadan bir kurt olarak çıkar, sonra kanatlı bir böcek olur. Gebe kalan dişi böcek, tohumla dolu yumurtalıklarını ısıtmak zorundadır. Güneşli bir dala kancalı ayaklarını takarak sımsıkı yapışır. Ağustosböceği kuş gibi ötmez. Sırtında bir sürü halkalar vardır; onları -akıldan öte bir zevk ve vahşi bir inatla- sürter durur. Vink vink edişi, hayatın nabız atışıdır. Bu sürtüş neticesinde olağanüstü bir sıcaklık olur; ve annenin hemen hemen yanması pahasına yumurtalıktaki tohumlar olgunlaşır. Derken günler kısalır, havalar soğur. İşte o zaman karnı çatlamış, ipince zar kabuğu halinde kalmış bir böcek kabuğu görürsünüz; ağaca takılakalmıştır. Kış rüzgârları, o ince kabuğu, yüreklerin acıyla cızz etmesi gibi, yoksul ve acıklı öttürür. Kış gelince, güneşli dünyadan göçüp gitmiş olan ağustosböceği ortada yoktur ki nâmerde muhtaç olarak karıncaya avuç açıp dilensin. Ağustosböceği (güya havaî adamın hayatı) nisbî bir ahlâk kaidesi değildir. Korkunç, insafsız, acı bir yaratma olayını temsil eder. Zavallı ağustosböceği yaratmak için kendisini feda eder." 

Yaratmanın acısını çekmemiş olanlar ağustosböceğinin trajedisini anlayamazlar. Bu nedenle onlar La Fontaine'in masallarıyla kendilerini avutup dururlar. 

Şahsen, şarkı söylediği için ölenlere değil, bir şarkı bile söyleyemeden ölenlere acırım; dahası, karıncanın temkinliliği yerine ağustosböceğinin ser-serîliğini yeğlerim. Karınca yaşamak için bir çöp parçasını bile esirgerken; ağustosböceği hayatını feda eder yaratmak için. Der yazar, bense uzun yıllardır Ağustosböceğine zulmeden yerli La Fonteinelerle sürdürmekteyim kavgamı. 

BİZİM KIŞLARIMIZ BİLE BAHAR GİBİYKEN AÇ KALMANIN KAVGASIDIR BENİMKİ! 

Yeraltı, yerüstü zenginlikleri ile kışın zemheri soğuklarına dahi direnecek buğdayımız da vardır, pirincimizde... Kara kışlara direnecek bereketli topraklarımız uzar gider Fırat ve Dicle'nin sağında, solunda. Ne var ki bir dilim peynire hasret bırakıldığı halde peyniri kaybetme korkusuyla türküleri dillerinden sökülüp alınmış olmanın fakiriyiz artık. 

Bizim masallarımızı yazanlar, yalan bir hayatla süsledikleri dizelerin çakma kahramanları oldularda, peşleri sıra süründürdüler bizleri. Onlar ve akrabaları dört mevsimin karıncaları, bizler ise Ağustosböceğiyiz artık. 5 yıldır anlatmaya çalıştım neden M. Kasım Gülpınar'ı masallarımın kahramanı ilan ettiğimi. Aslına bakaran çok iyi anladılar, okuyanlar. Anladıkça korktular, korktukça vurdular beni... 

GÜLPINAR MASALLARI! 

Beni türkülerimden ayırıp, bir dilim peynir korkusuyla kapılarına kul köle etmek için vurdukça vurdular da vazgeçmedim şarkı söylemekten de. Şarkı söylediğim için, bağlama çaldığım, eğlendiğim, direndiğim için de ölmedim işte. 

İstedim ki coğrafyamın insanları şöyle bir uyansınlar ve görsünler ki Ağustosböceği olmak aylak olmak değil, özgürlüğün ve ekmek kavgasının türkü türkü çağlamasıdır. Birileri bereketli topraklarımız güneşe boy veren altın başak buğdaylarımızı korkularımızın saklanbacında çalarken bizden, Gülpınar masallarında alabildiğine özgürlük, hak, hukuk vardır. 

Cehalete, haksızlığa, hukuksuzluğa kapılarını kapatan bir masalın dizeleri arsında özgürce ayağa kalkmak ve kardeşçe paylaşmak var...

''Yaradana inan ve vazgeçme ekmek kavgandan!'' hepsi buydu bu masalların öğretilerinde geçen özümüz. Harama uzak, Hakk'a yakın, adil, cesur insanlar olmanın erdemliğinde çakma kahramanların izinde değil, kendi kahramanı olmayı anlatan dizeler vardı Gülpınar Masallarında. Bir dilim peyniri açlığımızın çürümüş dişleri arasına koyup türkülerimizi, özgürlüğümüzü yasaklayan değil, kendi peynirini üretecek inançlı, dürüst insanlar olmanın hikayeleri yazılıydı. 

Ben, Gülpınar Masallarını anlattıkça ''Herkese saldırıyor!'' dediler. İftira attılar! Ekmeğime bloke koydular! Annemin hatırasına saygısızlık yaptılar. Tüm bunlar yetmedi; Gülpınar'ın kendisine dahi ona zara verdiğimi inandırdılar. Çünkü onlar benim Gülpınar Masallarından göğe kanat çırpan güzel yüzlü kargalardan, uyanık değil zeki olan Tilkilerden, kapısını Ağustosböceğine ardına kadar açan karıncalardan, kuşlardan, böceklerden korktular. 

M.Kasım Gülpınar'ın Masallarında yaradana sığınmak ve onun yarattığı evrenin en güzel varlıkları olmanın farkına varmak vardır. Okumak ve anlamak vardır mesela. Mesela kandırmak yoktur hiç gelmeyecek olan beyaz atlı prens hayalleriyle olmayacak duaya âmin seansları. Kendi kendinin beyaz atlı prensi olmak vardır.  

OKU YARADAN RABB'İNİN ADIYLA OKU! emrinin okuyan ve M.Kasım Gülpınar Masallarının yazarı olmak ve yazdıkça ötelenmek, haksızlığa uğramak bana düştü lakin gocunmadım asla.  Şanlıurfa'da karganın kaybetmemesi gereken o bir dilim peynirin adı gazetecinin abonelik adı altında aldığı üç beş kuruştur. Ben o üç beş kuruşluk bir dilim peynirin esiri olmadım asla. Rızkımı veren Hüda'dır, kula minnet eylemem. Kula minnet eylemememiz gerektiğini anlatan Gülpınar Masallarında sahne alan sanatçı olmak yakışırdı bana. 

Bakınız, yineliyorum ve bıkıp usanmadan yazmaya devam edeceğim. Şanlıurfa dünyanın en zengin kaynaklarına sahip. Şanlıurfalılar birilerinin acımasız karıncalarının kapısında Ağustosböceği olmak zorunda değil bilakis tüm ülkede yaşayanlara kapılarını dört mevsim açıp ekmeğini bölüşecek kadar zengin olabilirler. Ne zamanki ihale vurguncusu, hayal taciri, tefeci, yalancı isimlerden kurtulup sahte kahramanları yaşamlarından çıkarırlar işte o zaman bereketli toprakların kardeş çocukları olarak huzura erecekler. 

Biliyorum, Gülpınar Masallarında kendi kendinin beyaz atlı prensi olmak zordur ama dört mevsim karınca kapılarında kovulan olmaktan çok daha onurldur. Deneyin, okuyun kendimizden olan, bize biz olmayı öğreten bu masalı. Pişman olmayacaksınız. 

Uzun süredir kaleme almamıştım M.Kasım Gülpınar Masallarını... İşsizliğin, yoksulluğun, çaresizliğin bir dilim ekmek diye dişlerimiz arasına tıkanıp acımasız karıncaların kapılarına Ağustosböceği misali bırakıldığımız bu kör zamanlardan herkesin kapılarını açıp ekmeğini bölüştüğü aydınlık, bereketli zamanlara uyanmak için M.Kasım Gülpınar ve onun gibilere ihtiyacımız olduğunu yazmaya devam edeceğim.

Yalanı yok, riya yok, boş hayalleri ekmek diye dişlerimiz arasına tıkamak yok işte. Daha ne olsun.

Barışın, kardeşliğin, bereketin, sağlığın ve aşkın, sevginin çocukların gülüşlerinde şağıldadığı aydınlık yarınlarda nice bayramlar dileği ile. Kurban bayramınız tüm insanlığa hayırlı olsun.

İyi bayramlar dostlar.

 
 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum
  • Yorum yazabilmek için lütfen üye girişi yapınız.