“Velhasıl çiçek soldu, vazonun da bir önemi kalmadı…” Demişti şair. Haklı, haklı olmasına da çiçeğin yerinin vazo değil, dalında, kırda, bayırda olması gerektiğini unutan şairi neyleyim?
Galiba mesele ne vazo ne de şairin bilmezliğine olan tepkim. Mesele artık şiir yazılacak çiçeklerin kalmayışını kabullenme meselesidir. Ne zaman solan bir çiçek görsek kova dolusu su verdik. Hiç birimizin aklına gelmedi o çiçeklerin koparıldıkları yerlerden yaralı oldukları. Koparmaya devam ettik acımadan.
Galiba 50 yıllık ömrümde ilk defa yitiriyorum umudumu. Kabul etmek çok zor geldi ama ilk defa pes ediyorum ve kabul ediyorum; çok ağır bir yenilgi aldığımı...
Henüz 8 yaşımdaydım annem çocuk omuzlarıma boya sandığı ile hayatın, ekmek kavgasının ağır sorumluluğunu yüklendiğimde. Okul sonrası ekmek davasına boyadığım ayakabıların kiri tırnak uçlarıma bulaştığı için öğretmenlerim suçladı beni! Kirli, pasaklı çocuk oldum.
15 yaşıma geldiğimde kız öğrencilere sarkıntılık eden, buna karşı çıkan ben ve benim gibi öğrencileri de sınav notu tehdidi ile susturmaya kalkan müdürün, kaynak kitapların, branş öğretmenlerinin olmadığı okulda adam gibi eğitim alamayacağımızı savunduğum da. Ben anarşist, suçlu öğrenci sonradan kız öğrencisi ile basılan alçak, sapık müdür eğitimci idi.
Sonra ver elini İstanbul. Ekmek kavgasında inşaat işçisi oldum, balık ızgara ustası, garson, barmen, artist, şarkıcı, oyuncu yazar ama doğduğum coğrafya yoksul insanlarındaydı aklım.
Dilime sahip çıktım suçlandım, şiir yazdım suçlandım, dünyanın en zengin toprakları üzerinde yaşayan yoksul çocuklara olmaya karşı çıktım suçlandım.
Haksızlığa karşı başım öne eğilmedi hiç. Grev meydanlarında az jop yemedim ama pes etmemiştim çünkü bir umudum ve işçi, emekçi kavgam vardı.
Toplumsal sorunların çözümünün entelektüel birikimi olan, yemeyen, yedirmeyen, merhametli, cesur, vicdanlı bir liderin memleketimi ve doğduğum coğrafyayı aydınlık yarınlara kavuşturacağına inancım vardı.
Müzik hayatımda da edebiyat ve basın süreçlerimde de bu coğrafya tek odağım ve mücadelem oldu.
Ulusal bir kanalda 36 hafta Şanlıurfa'yı bir masal gibi anlatan belgeselin yapımcısı da sunucusu da bendim.
TRT Müzik, CNN, Kanal24 başta olmak üzere sayısız ulusal kanalda bu şehri ve bölgeyi tanıttım.
Ve yıllar yıllar önce bu umuduma hayat vereceğine inandığım bir ismi tanıdım. Mehmet Kasım Gülpınar.
Sanıldığı ve iddia edildiğinin aksine kendisi ile ne kan bağım vardı ne de hayatımı kolaylayacak ekonomik ilişkim.
Mehmet Kasım Gülpınar benim için bu coprafyanın son aristokratı idi ve zengin toprakların yoksul çocuklarını aydınlığa kavuşturacak gerçek bir lider.
Binlerce makale, bir kitap, sayısız ulusal ve yerel tv programları ile kendisini anlatmaya çalıştım. Ben çalıştıkça yine suçlandım. Yargı üzerinden baskılar, mobingler, ekmeğime el uzatmalar, tehditler.
Yine de yılmadım Mehmet Kasım Gülpınar'a olan inancım ile mücadele etmekten.
Basın hayatımın tek bir deminde kimseye şantaj yapmadım. Kimsenin tetikçisi olmadım. Evlatlarımı, eşimi, yeğenlerimi belediyelerde işe koymadım. İş takipçiliği yapmadım. Para uğruna siyasilere kadın satmadım.
Elimde olan belgeler, görseller üzerinden şantaja kalksam on milyonlar kazanabilecek iken ahlak dedim, "eşleri, çocuklarının ne suçu var?" Dedim yapmadım.
Son on yılı aşkındır Mehmet Kasım Gülpınar ismine ve liderliğine adanmışlığın, dostluğun, kardeşliğin kitabını yazdım resmen. (MKG Babasının Oğlu) adlı kitap değil kastım. Hani "ben bu işin kitabını yazdım" Derler ya, öyle işte.
Şimdi geri dönüp baktığımda ne çok haksızlığa uğramışım ve ne çok yorulmuşum.
Bu şehirde ve ulusal da benim kalemimin çeyreği olmayacak adamlar banka hesaplarını şişirip, gazeteci kimlikleri ile kariyer edinirken spor totodan kazandığım para ile aldığım bir ev dışında hiç bir şeyim yok.
Üstelik verdiğim kavganın, emeğin, mücadelenin meyvelerinin de, benim de farkımda olan yok.
Ha, Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanı danışmanı olma gururu var elimde. Onur duydum ama hayatımda ilk defa pes ediyorum arkadaş. Çünkü fark ettim ki kaybolan hayatıma, yitirdiğim yaşama sevincime çaresiz kalmışım. Kendime danışman olamamışım başkasına ne faydam ola?
Bu mudur veya onca yıllık kavganın ödülü?
Ömrümün 35 yılını bu coğrafyanın, bu şehrin yoksul insanlarını anlatmak ve tanıtımına, sorunlarının çözümüne harcadım. Ben harcandıkça kaybederken bu şehri sömürenler için tetikçilik yapan, kalemşör olan, şantaj yapan sözde gazeteciler milyonlar kazandılar. Aralarında makam sahibi olanlar, oturdukları yerden maaş alanlar bile oldu.
34 yıldır yaşadığım İstanbul'u terk edip ailemle buraya yerleşmek bile bu şehir ve coğrafyamın, kavgamın umudu Mehmet Kasım Gülpınar içindi.
Bu sabah bir şey fark ettim. Çok yorgunum, haddinden fazla, artık taşıyamayacağım kadar da kırgın...
Sürekli mahkeme kooridorlarında ifade vermekten, maddi, manevi, kariyer anlamında hak gasplarına uğramaktan çok yoruldum.
Ben Mehmet Kasım Gülpınar ve bu şehrin gerçeklerini kaleme alıp sömürüye karşı çıktıkça sosyal medyada merhum anneme, torunuma varan ahlaksız küfürlerden bıktım artık.
Türkiye'nin merkez siyasetinde Türkiye yönetiminde olması gereken bir lider olan Mehmet Kasım Gülpınar'ı hala Eyyübiye'de kokudan dolayı eleştiren cahilden bunaldım.
Önceki yerel yönetimler de bu şehrin fakir fukarasının halk ekmeğinden 120 milyon lira çalanlara, belediyeyi rant çiftliğine döndürenlere gıkını çıkarmayan,Türkiye'nin gıpta ile izlediği Mehmet Kasım Gülpınar'ı kaldırım taşlarına indirgemelerinden bunaldım.
Ben ülke yönetiminde olması gereken bir lider var elimizde diyorum, Haşimiye'de bir ayakabı mağazası sahibi "na başkan niye bize gelip çay içmi" Diyor. Cehaletten yoruldum.
Velhasıl, bu sabah gördüm ki artık zerre gücüm kalmadı mücadele etmek için.
Bu şehir için hiç bir şey yapmak istemiyorum artık.
Kinden, nefretten, kaostan beslenen; sevginin, vefanın, vicdanın ayaklar altına alındığı bu iğrenç zamanın çarkında öğütülmekten bıktım, usandım, yoruldum.
85 milyon nüfusu ile koca bir ülke Narin'in henüz 8 yaşında çürümeye bırakılan küçük bedeni üzerinden bütün suçlarımızı, günahlarımızı örtmeye çalışıyoruz, utanmadan, uyanmadan. Oysa her yıl 400 Narin, Ahmet, Ayşe, Mehmetler kayboluyor.
11 yıl kesinleşmiş hapis cezası iyiydi indirimi ile üç yıla düşen madde bağımlısı bir katil gencecik bir polisi, bir anne adayını katlediyor.
Gaspçılar, katiller, mafya babaları bizim sokakları bize zından ederken, o sokaklarda insanca yaşama mücadelesi verenler mahpus dallarında kör bir karanlığa mahkum edildiler. Türküler artık konser alanlarında değil, hapishanelerden yükseliyor. Şiirler sevdalara değil, haksızlığa yazılıyor ve biz seyrediyoruz.
Aşk bitti artık. Bir kadın "bütün erkeklerin canı cehenneme" Diyor yüreğinde tükenen sevginin yerinde boy veren nefretle.
Allah'a inanmak masum bir inancın duygusu değil artık. Daha fazla çalmak için üste giyilen gömlek gibi, yüze takılan maske gibi.
Ormanları yaktık!
Mavi suları kirlettik!
Toprağı betona çaldık!
Çocukları katlettik!
Kadınları öldürdük!
Kuşları, böcekleri, dilsiz canlıları diri diri gömdük!
Kimse kimseye güvenmiyor. Sırtımızı dayadığımız dağlar yok artık. Rant için, makam için, para için yarattığımız tepeler birer kan, göz yaşı, ihanet duvarı. Sırtımızda dostların attıkları gül yarası.
Yeryüzünün en dehşetli varlıklarıyız artık.
50 yaşımdayım. Dizlerimde eskisi gibi özgürlüğe, aşka, sevgiye, davaya, insan sevmeye koşacak takat kalmadı.
Yitirdim güvenimi dosta, kardeşe, sevgiliye...
Cebinde parası olmayınca sokak lambalarının loş ışıkları altındaki banklarda gecenin ayazına, kahpeliğine direnen 18 yaşındaki o genç yok artık. Böbrek bir yandan vuruyor, kalp ağrısı bir yandan.
Darmadağınım, güçsüzüm, mutsuzum, umutsuzum yani.
Her şeye rağmen son 12-13 yılda büyük mücadele verdim. Kavgamdan pişman da değilim ama pes ediyorum artık çünkü bu dünya artık kötülerin dünyası.
Üzgünüm, çok üzgünüm.
Ne yapacağımı biliyorum.
Bu sabah içimde korkunç bir toprak kokusu var. Toprak olmayı özledim...
FACEBOOK YORUMLAR